Ekranların gölgesinde kaybolan biz
Bugün neredeyse her işimizi telefonlarla halledebiliyor olmamız, ilk bakışta bir özgürlük gibi görünüyor. Bankaya gitmeden para transferi yapmak, alışverişi evden çıkmadan tamamlamak ya da bilgiye birkaç saniyede ulaşmak kuşkusuz büyük kolaylıklar. Ancak bu kolaylığın ardında giderek derinleşen bir bağımlılık yatıyor. İnsanlık, kendi elleriyle ürettiği bu cihazların mahkûmu haline geliyor.
Telefonun yaşamımıza sağladığı pratikliği yadsımak mümkün değil; fakat sorun, onun artık yalnızca bir araç olmaktan çıkıp bir yaşam biçimine dönüşmesinde. Sabah uyanır uyanmaz elimizi ilk uzattığımız şey telefon, gece uyumadan önce gözlerimizin gördüğü son ışık da yine onun ekranı. Sokağa çıktığımızda herkesin başını öne eğip aynı küçük ekrana gömülmüş olması, aslında toplumsal bir yabancılaşmanın fotoğrafı. İnsan yüzleri birbirine değil, cihazlara dönük.
Bu manzara gelecekte bizi nasıl toplumlara götürecek? Yüz yüze iletişimin zayıfladığı, sohbetin yerini kısacık mesajların aldığı, insanların birbirini dinlemek yerine bildirim seslerine koştuğu bir toplumda aidiyet ve empati duygusunun gelişmesi oldukça zor.
İnsanlık tarih boyunca ilişkilerle, diyaloglarla, birlikte yaşamanın getirdiği deneyimlerle ilerledi. Telefon bağımlılığı ise bizim yanımızdakilerle iletişimimizi etkiliyor, bulunduğumuz ortamda bizi yalnızlaştırıyor, kendi küçük dijital dünyalarımıza hapsediyor.
Üstelik bu bağımlılık yalnızca sosyal bağları değil, düşünme biçimimizi de tehdit ediyor. Sürekli hazır bilgiye ulaşmak, sorgulama alışkanlığını zayıflatıyor. Bir şey bilmeye gerek duymadan, yalnızca “aramaya” alışıyoruz. Bu da insanı yüzeyselleştiren, zihinsel tembelliği teşvik eden bir süreç.

